6 Kasım 2010 Cumartesi
Kötülüğün Varisi
Bir elimde kılıç, ötekinde bir çiçek.
Önümde ise yığınla ceset duruyor,
Sanki bir ordu bana yenilmiş gibi.
Sadece bana mağlup olmuşlar gibi.
Acımasız zaferleri tattım,
Ölümün sessiz nefesinde.
Unuttum ayı, masmavi denizleri,
Unuttum, parlak gökleri ve de güneşi.
Soluk soluğa dikiliyorum ibretlik hayatımla.
Bir rüzgâr esiyor ovalardan dağlara doğru
Bulutlar çekiliyor dağların koyu zirvelerine.
Umutsuzluk kaplıyor şeytanın veliaht bedenini.
Gölgelerim yok oluyor her an.
Kargalar uçuyor şimdi etrafımda
Eşsiz korku ve hüzün türkülerini çığırıyorlar.
Kara gözleri parlıyor gecenin zifiri karanlığında.
Aniden, yer deliniyor sanki.
Taşlar, topraklar yerinde duramaz oluyor.
Doğa, mabedine çekiyor kötülüğün varisini
Ta ki iyilik tekrar baş gösterene kadar.
Ve uzaklaşıyor ruhumun deccalı,
Karanlık semalardan bir daha ki aydınlık sefere doğru.
Gilderoy
19 Eylül 2010 Pazar
Düşünceler
"Kaybettin."
O an zaman durmuştu sanki. Adamın son sözü galibiyetini açıklar nitelikteydi adeta. Bir kelime söylemişti gence. Ama beton etkisi yaratmış olsa ki gencin yüzü çok ifadesiz duruyordu.
Genç adam tekrar bilgesinin ardına baktığında o artık yoktu. Yapayalnız kalakalmıştı. Bilgesinin minderine giderek oturdu üzerine. Hâlâ yanmakta olan sigarasıdan bir nefes çekti ve bıraktı incecik dumanı. Perde inmişti gencin gözlerine. Çevreyi görmez duymaz oldu ansızın. Sonra dudakları sadece bir kelime mırıldanabildi:
"Kaybettim..."
Hayat
Gözlerini devirdiğine bin pişmandı. Savaşı kaybetmiş, esaretin bedelini delici bakışlar altında ödüyordu genç adam.
"Hayatta 'ne oldum' demeyeceksin," dedi bilge. " 'ne olacağım' diyeceksin, evlat."
Bilgenin karşısındaki adam put gibi durmuştu soğuk betonun üzerinde. Bilge, şöminenin önünde usulca yanmaya devam eden piposundan kısa ama hayli tatmin edici bir nefes çekti.
"Kafanı kaldır da doğaya bak. Şu göklere, büyülü denizlere, şu, ince kumlara bak bir de." bir müddet sustu ve bu kez piposundan derin bir nefes çekti. "Hepsi bizim için varlar. Onlar birer araçtır, amaç değil. Şimdi kendine gel ve faniliği bir kenara bırak."
7 Eylül 2010 Salı
Soluksuz Rüyalar: Rüya 1
Yalnızlık
Sonbaharın hakim olduğu bir kasabada, yapayalnız kalmıştı Zed. Mevsim tüm sertliğini hissettiriyordu her köşede. Öyle ki sokaklarda cinler at koşturuyordu.
Zed, yalnızlığında verdiği güçle kendini dışarıda buldu ansızın. Yürüdü, sonu belirsiz bir yolda saatlerce. Sanki hipnotize edilmiş gibiydi. Amaçsızca yürüdü sadece. Bilincini kaybetmişti. Gözleri bir heykel gözleri gibi donuk ve soğuktu.
Yolun iki yanı da sisle kaplıydı. Görüş mesafesi çok az olmasına rağmen aniden sola döndü Zed. Yolun kenarında beliren patikada ilerlemeye başladı. Şehirden uzaklaşmıştı ve şimdi bozkırın ortasında yükselen bir tepenin zirvesine tırmanıyordu.
“Ras menel” diye mırıldandı dudaklar. Sonra aynı sözü yineledi. Tekrar ve tekrar.
Ras menel yani göğün zirvesi. Kendini göklere adamıştı Zed. Ona kutsal gibi gelen bu sözü defalarca sayıklayarak göklere bir adım daha yaklaşıyordu. Her yalnız olduğu zamanki gibi yıldızlarla konuşmaya mı gidiyordu? Hiçbir fikri yoktu heybetli evrene biraz daha yaklaşırken.
Vücudu soğumaya, gözleri yanmaya başladı birden. Neden sonra “Olamaz!” diye bağırdı. Parlak yıldızların altındaki tepenin zirvesindeydi. İnanılmaz bir soğukluk kapladı vücudunu. Kollarını birleştirdi göğsünün üzerinde. Dişleri zangır zangır titriyordu.
Ufka yakın duran ay olanca gücüyle parıldayarak göğün zirvesine tırmandı ve dolunay hâline büründü birden. Soğuktan kapanmaya başlayan gözler fal taşı gibi açılıverdi yuvalarında. Göz pınarlarında kalan son göz yaşı damlası da o an düşüverdi alaca toprağa.
Damlanın düştüğü yerde bir delik açıldı düşer düşmez. Açılan delikten de doğaya bembeyaz ışıklar saçan küremsi bir cisim fırladı. Son gördükleri Zed’in psikolojisinin dayandığı son duvarı da kırdı. Ve Zed, kutsal cisim karşısında dizlerinin üzerine çöküverdi.
“Neden?” diye bağırıyordu avaz avaz. “Neden ben?”
“Sen,” dedi ruh. “beni görmek için geldin buraya!” sesi tok ve derinden geliyordu. Açık havada bulunmalarına rağmen ses, yankılanarak ulaşıyordu çocuğa.
Zed anlamayarak başını kaldırdı. Beyaz cisim havada asılı duruyordu. Gözlerinin olmamasına rağmen tuhaftır kendisini izlediğini biliyordu.
“Ben kimseyi görmek için gelmedim.” diye haykırdı tepede. “Benim kimsem kalmadı bu dünyada!”
Tuhaf bir gülme sesi yankılandı tepede.
“Yanılıyorsun.” dedi ruh. “Biz senin aileniz. Ve her zaman yanındaydık. Sen dünyada doğdun ve o senin ailen. Şuan evrendesin ve evren senin ailen. Bu yıldızlar, onların altında uyuyorsun her gece. Onlar senin ailen. Üzerinde diz çöktüğün şu toprak. O da senin ailen. Bütün bunlar ortak bir yapıdır aslında. Her şeyin ortak hâli. Sen de ben de bu yapının unsurlarıyız. Ölsen de bu yapıdan ayrılamayacaksın çünkü öldüğünde, toprağa karışacaksın. Toprak da bunu bilecek ve kardeşini bağrına basacak. Bundan emin olabilirsin. ” dedi gizemli ses ve gitti gökyüzüne doğru hızla uzaklaşarak.
O, kaybolana dek izledi onu Zed. Yorulmuştu. Bu gördüklerine kimseyi inandıramazdı fakat anlatacak kimsesi olduğunu da sanmıyordu. Başı yorgunluğuna teslim oldu ve önüne düştü. Kuruyan göz pınarları tekrar dolmaya başladı. Eğildi alaca toprağa doğru. Alnını toprağa dayadı, kardeşine. Bir yandan da ağlıyordu. Toprağı avuçlarının arasına aldı, kaldırdı ona baktı. Hiçbir şeye anlam veremiyordu. Başının döndüğünü hissediyordu. İçinde garip bir titreşim vardı. Karnından başlayarak yukarıya sıçradı. Gittikçe ağzına yaklaşıyordu. Dayanılmaz bir acı. Ve göklere döndü surat. Ağzından, gözlerinden bembeyaz ışınlar çıktı yıldızlara doğru. Ansızın kaybolup gittiğini sandığı ruhun gizemli sesini duyar oldu.
“Sen bizim kardeşimizsin, Zed. Ve bunu açıkça bize gösterdin.” dedi daha da yankı yaparak. “Artık ruhlar dünyasına girebilirsin. Sen bizim tohumumuzsun. Ruhlar dünyasının ebedi ruhu olacaksın!” diye gürledi ses. Dağlara, denizlere, çöllere kadar ulaşmış gibiydi sesi.
Zed artık bu dünyadan çekiliyordu. Cansız bedeni kardeşi kara toprağa düşerken yüzünden hâlâ ışınlar çıkıyordu ama zayıflıyordu zaman aktıkça. Ve son ışın zerresi de kaybolunca soğuk surattan, Zed ruhlar dünyasına ebediyen geçiş yapmıştı.
Ve sayfa karardı.
6 Eylül 2010 Pazartesi
Mücadele: Bölüm II
Kendine geldiğinde alçak tavanlı bir odada yatıyordu beyazlar içinde. Öldüğünü zannediyordu fakat dar pencereden yüzüne vuran güneş ışıkları ona, “Ölmedin. Hâlâ hayattasın.” Deyince bu kanıdan hemen vazgeçti.
İstemediği bir yemeği zorla önüne konulan bir çocuk gibi hayatı eline tutuşturulmuştu Samet’in. Kendisine lütfedilen ikinci hayatında kendisine sorduğu ilk soru şu oldu:
“Neredeyim?”
Kader, onu yine başka bir yere sürüklemişti. Samet için kader, bir olguydu. Asla değiştirilemezdi. İnsanın yazgısı ne ise doğumunda aynen kodlanmıştı genlerine. Artık macera peşinde koşmuyordu Samet. Yazgısına göre hareket etmeyi uygun buluyordu artık. Kaderin onu başka serüvenlere itmesini bekliyordu. Hayat beni sürgüne yolladı. Gerçektende sürgündeydi şimdi. Lâkin bunu yapan hayat değil, ta kendisiydi.
Yaklaşık bir yıl önce tanıştığı Daî Ali isimli adamdı onu bu hâle getiren. Daî Ali, beynini yıkamıştı Samet’in. Aslında insanların kaderlerini yönlendiremeyeceğini kazımıştı aklına. Her insanın yazgısına göre hareket edeceğini benimsetmişti ona. Tek tek kendi tarikatının geleneklerini açıklamıştı. Yaptığı işten açıkça belli oluyordu mürit topladığı. Elbet Samet’te bunu anlamıştı ama Daî Ali’nin söylediklerine karşı çıkınca Daî, daha farklı bir yola başvurdu. Önce müritleri yardımıyla Samet’i etkisiz hâle getirtip ezilmiş afyon suyu içirdiler. Onlar buna haşhaş diyorlardı, kendilerine de haşhaşiyun. Sonra Daî, tüm haşhaşiyun bilgi birikimini destansı hikâyeler aracılığıyla Samet’in masum aklına aktardı. O gecenin ertesi sabahı Samet, yeni bir kişilikle uyanmıştı yatakta.
Güneş biraz daha tepeye yaklaşıp horozlar susunca odaya bir kadın girdi. Samet düşünceleriyle boğuşmayı bırakıp kapıda dikilmiş onu izleyen kadını gördü.
Yataktaki adamın uyandığını fark eden kadın elindeki yemek tepsisini hemen masanın üzerine koydu ve Samet’e yaklaştı.
“Günaydın. Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu nazikçe.
“Günaydın.” Dedi Samet. Kadının eşsiz görüntüsü başını döndürmüştü. Azrailim… “Şimdi daha iyiyim, teşekkürler. Her şey için.”
Kadın ona gülümsedi. Biraz utandığından olsa gerek masada duran yemek tepsisine yöneldi. Aldı ve beyaz çarşafla bürünmüş yatağın ucuna koydu. Samet, yattığı yerde yavaşça doğruldu. Tepsiyi önüne çekerken, “Beni evinize alıp yemek verdiğiniz için müteşekkirim.” dedi. Kadın “önemli değil” dercesine başını öne eğerek masanın yanındaki kuru sandalyeye oturdu.
Dışarıdaki kalabalığın sesi odaya kadar geliyordu. İskenderiye’de böylesine bir gürültü sadece halk pazarından gelebilirdi. Pazara yakın bir yerde olmalıyız.
“Affedersiniz.” dedi Samet. “Siz…”
“Lamia.” diye ekledi kadın. “Adım Lamia.”
Lamia. Ne hoş.
“Beni nasıl fark ettiniz tersanede?” diye soruverdi Samet.
“Babam, o tersanede çalışıyor. Ama oraya gittiğimde onun yerine sizinle karşılaştım.” dedi kadın. “O hâlde görünce sizi, yardım etmek istedim.”
“Teşekkür ederim.”
Bir süre aralarında konuşma olmadı. Odayı sadece pazardan gelen uğultu dolduruyordu. Adam yarım bıraktığı yemeğine döndü. Kadın ise göz ucuyla onu izliyordu. Dudakların konuşmadığı bu anı bozan kadın oldu.
“Sizi birkaç gün önce bir adamla gördüm.” dedi Lamia. Sesi çatallı çıkıyordu şimdi. “Daî Ali ile, kütüphanenin arkasında.”
Samet’in gözleri fal taşı gibi açıldı ve hayretler içerisinde Lamia’ya döndü. Lamia, bir an suskunluğunu korudu. Ama o konuşamadan Samet devreye girdi:
“Daî Ali mi? Onu nereden tanıyorsunuz?” diye sordu şaşkınlıkla. Kadının yüzünü hayretle karışık bir gülümseme kapladı. Samet’in buralı olmadığı olmadığını anlamıştı şimdi. Ama dillerini çok iyi konuşuyordu ve iyi uyum sağlamıştı Mısır’a.
“Daî Ali,” diye başladı söze. “bu çevrede yani İskenderiye taraflarında mürit toplayan birisidir.”
“Mürit mi? Neden bahsediyorsunuz siz?”
“İşte, daînin insanlara oynadığı bir oyun daha.” diye düşündü Lamia. Her şeyi biliyordu. Fedaîleri, dağın yaşlısını, haşhaşı.
“Anlaşılan sende müritlerinden birisin.” dedi Lamia. “Sana uyuşturucu vermişler. Sen de onun etkisindeyken tarikata girmişsin. Haşhaşiyunlara katılmışsın.”
Son cümle ağır koydu Samet’e. Haşhaşiyunlar demek. Nizamiyecilerin baş düşmanı haşhaşiyunlar. Samet şimdi anlıyordu arkasında dönen oyunları. Peşinden gelen gölgeyi biliyordu artık. Lamia, güneş; Daî ve müritleri ise güneşten saklanan birer gölgeydi.
Yaklaşık bir yıl önceki geceyi anımsadı hayal meyal. Uyuşturucunun etkisini bir kez daha hissetti damarlarında. Gözleri büyüdü. Kandırıldığını fark etti ve tekrar haşhaşın tadına bakmak istiyordu şimdi. Uyuşturucu böyle bir maddeydi işte. Bir defa kapanına düştüğün zaman kurtuluşun olmazdı. Er ya da geç ikincisini isterdin. Sonra üçüncüsünü, dördüncüsünü. Alıp başını giderdi sen çürüyene kadar.
“Lamia,” diye mırıldandı Samet. “kurtar beni. Yardım et bana!” farkında olmadan son kısmı bağırarak söylemişti.
Lamia, sessiz olmasını göstermek için işaret parmağını dudaklarına koydu. Sonra ses, bir fısıltıya dönüştü küçük odada.
“Kurtar beni bu gölgeden. Aydınlığa ulaşmak istiyorum Lamia.”
Sonra daha tiz bir fısıltı çıktı odada.
“Yapacağım. Yardım edeceğim sana.” diye mırıldandı kadın. Gözleri umut doluydu.
“Daî,” dedi Samet. Sesi şimdi öfke ve hırsla bürünmüştü. Patlamak üzereydi. “görüşeceğiz elbet.”
İntikam vakti yaklaşıyor Daî. Fedaîler, bizlere yaptıklarınızı ödeyeceksiniz.
Nizamiyecilerin kuruluş amacıydı bu, intikam.
3 Eylül 2010 Cuma
Mücadele: Bölüm I
Yıl 1120-İskenderiye
Göz alabildiğince su. Eşsiz mavisi ile Akdeniz boylu boyunca karşısındaydı Samet’in. Arkasında İskenderiye’nin en büyük halk pazarı yer alıyordu. Pazardan çıkan uğultular, dalga sesleri ile martı seslerinin birbirine olan uyumunu bozuyordu. Şu an kafası dağınıktı ve bir an önce toparlayarak mantıklı düşünmesi gerekiyordu. Bunun içinde mutlak sessizliğe ihtiyacı vardı.
Ayakta, olduğu yerde sola ve sağa döndü. Pazarın yukarı tarafına yaklaşık iki yüz yirmi arşın uzaklıkta şehrin küçük tersanelerinden biri yer alıyordu. Uygun bir yer olduğu kanısına varınca, o tarafa doğru hareketlendi. Ani dönüşünün etkisiyle ardında uçuşan grimsi cüppesi, ayrı bir hava katıyordu Samet’e.
Kıyı şeridinden ulaştığı tersanede, önceki bulunduğu yere göre daha az gürültü vardı. Eh, bu da onun için sorun teşkil etmezdi. Tersanenin denize bakan tarafında yapımı yeni bitmiş bir teknenin yanına gitti, yan kısmına oturdu. Gözleri önce geldiği yola doğru döndü, bir süre sonra sonsuz maviliklerde kayboluverdi.
Aniden, gözleri Anadolu’da yaşayan ailesini görür oldu. Hepsi ona bakıyor ve gülümsüyorlardı. Çok geçmeden ailenin saadetini bozmaya gelmiş kara bir iblis belirdi arkada. Elinde minik bir hançer taşıyordu. Donuk gözleri yuvalarında Samet’e döndü. Bir soğuklu kapladı Samet’in vücudunu, ardından alevlenmeye başladı. Mutlu aile tablosuna bir karabasan gibi çöken hançerli iblisin ona doğru gelmesi son gördüğü oldu. Sonra beyaz bir boşluğa düştü birkaç lahza. Hayat, beliriyordu korkudan küçülen göz bebeklerinde.
Kendine geldiğinde teknenin gölgesi altında yatıyordu. Neler olup bittiğini anlaması için yattığı yerde gök kubbeyi izledi bir süre. Açlıktan bayılmıştı. İki gündür midesini sudan başka ne bir yiyecek ne de bir içecek ziyaret etmiyordu. Beş kuruşu kalmamıştı yaban ellerde. Şimdi kendisini koca İskenderiye hapishanesindeki bir mahlûkat gibi hissediyordu.
“İskenderiye, koca bir hapishane, bence bu hapishanede müebbet yemiş bir zavallıyım.” dedi yattığı yerden.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Tüm umutları yok olmuştu. Artık Samet diye birisi yoktu dünyada.
Ayağa kalktı yavaşça. Kalkarken başının ve sırtının acıdığını fark etti ve düşmemek için gölgesine yattığı tekneyi tuttu. Başının arka kısmında ensesine akan akışkan bir sıcaklık hissediyordu. Eliyle yokladı. Sonra baktı eline. Bu kandı.
Acıyla inleyerek ayakta doğruldu. Beline fazladan bağladığı ince kuşağı alarak başını sardı sıkıca. Sonra acıyla inleyerek tekrar oturdu çıplak teknenin kenarına.
Martı sesleri, dalgaların kıyıya vuruşunda çıkan muazzam rahatlatıcı ses ve şimdi de açlık türküsü çığıran yeni bir ses. Midesi gurulduyordu. Guruldamaktan öte, sahibine isyanla birlikte sitem ediyordu. Samet, kana bulanmamış elini, varlığını hiçe saydığı midesini susturmak için kullandı. Ama nafile. Açlığa dayandığı sınır burada bitiyordu. Sınırın öbür tarafı bu dünyaya ait değildi.
Gözler tekrar kararmaya başladı yavaş yavaş. Ayak parmaklarından dizlerine hücum eden bir karıncalanma hissetti. Göz kapakları son kez aralandı bir yardım umudu ile. Bir çığlık atmak istedi Samet, insanlara sesini duyurabilmek için. Ama ağzından çıkan kelimeler onu da şaşırttı ve aniden dengesini kaybetti. Zorlukla oturabildiği tekneden yere düştü.
Acaba bu sefer hangi iblisi görecekti. Belki de bu sefer onu korkutan bir iblis değil, acı çektirmeden canını alan bir varlık gelecekti. Azrail gelecekti muhtemelen. Hiç şüphesiz bir çırpıda canını alıp gidecekti bu diyardan. Yalnız kalan bedeni ise toprak olacaktı bu zalim dünyada.
Açılmış deniz gözler son kez bakarken ufka ve açılmamak umuduyla son kez kapanmaya başlayan göz kapakları, tersane girişinde bir kadın gördü, bir hayat formu.
“Azrailim…” diye mırıldandı dudaklar.
Ve o an, hayat durdu, kelimeler sustu.
1 Eylül 2010 Çarşamba
Angiméran - Bölüm II
Aradan on dört yıl geçmişti. Güz mevsimi vardı Angiméran’da. On dört yıl önceki katliamdan sağ kalanlar geri gelmişti yurtlarına. Daha farklı düşünceler ve daha farklı amaçlar uğruna. Artık yurtta iki anka yoktu, yüzlerce anka kuşu vardı. Hepsi aynı amaç uğruna yaşıyorlardı: İntikam
Aslında efsanevi, kudretli, asil bir türdü ankalar. Fakat bu düşman ebediyen yok olmadıkça Ankaların asilliği yaşayamazdı yeryüzünde.
Bir gün güneş kızıl doğdu Puslu Dağlar adından. Tıpkı on dört yıl önceki zalim, acımasız gün gibi. O gün kimse fark etmemişti bu olayı. Kralın oğlu hariç. Angiméran’ın en yüksek ağacının zirvesine zarifçe süzüldü Baş Anka. Tıpkı zamanında babasının yaptığı gibi. Uzun uzun inceledi güneşi. Tartıştı onunla.Birbirlerine göz dağı verdiler. Sadece ikisinin anlayacağı dilden konuştular. Bedenleri sustu, ruhlarını konuşturdular.
“Vakit geldiğinde bedenler susar, ruhlar konuşur.”
Karar alındı. Gün bugündü. Zamanı gelmişti artık. Baş Anka, tüm ırkını topladı Ulu Ağacın altında. Uzunca bir süre tarttı gözleriyle tüm halkını. Aralarında kimsenin bilmediği bir yöntemle iletişim kurdular. Adeta düşünceleriyle konuştular. Büyük toplantı bitti. Baş Anka belki de son kez Angiméran’da ulusuna bakıyordu. Gözleri buğulandı, zarif gözleri. Açtı iki yana kızıl ve güçlü kanatlarını. Parlak altın rengi ile kırmızı karışımı gösterişli ibibiği şaha kalktı birden. Dik duruyordu Baş Anka, daima. Göğsü dışarıda, kanatları gergin. Savaş çığlığı koyuverdi alanda. Tüm Angiméran onun sesiyle yankılandı. Ardından tüm Ankalar çığlıklar atmaya başladılar.
Baş Anka uçmaya başladı, büyük kuşların ülkesine. Arkasından ok başı şeklinde dizilmiş anka ordusu geliyordu. Kırmızı, mavi, turkuaz, sarı, turuncu. Her renkten anka vardı ordu içinde. Hepsi bir olmuş, hepsi aynı amaç uğruna savaşmayı tercih etmişti.
Tüm yol boyunca durmadılar. Karşı ırkın tarafına geçtiler. İlk işaret Baş Anka’dan geldi. Daldı Kara Orman’ın derinliklerine. Çembere alındı Kara Orman. Atmacalar ne olduğunu anlayamadılar birdenbire. Fakat çabuk toparlandılar. Hemen savunmaya geçtiler. Biraz içgüdü birazda maneviyat hissi yüzünden. Her iki tarafta büyük kayıplar veriyordu anbean.
Atmacaların başı saldırıya geçti. Birçok ankayı avladı. Sonraki hedefi Baş Anka’nın oğlu, veliahtıydı. O kadar hızlı saldırdı ki onu fark eden sadece Baş Anka oldu. İçine güç doldu aniden. Atalarının yüreklerini, zarifliklerini hissetti tüm benliğinde. Kim olduğunu, hangi ırktan olduğunu hatırladı. Başı gururla ileri döndü. Zaman akıyordu, atmacada öyle. Gözlerinden alevler fışkırdı Baş Anka’nın. Kafasındaki ve sırtındaki tüm tüyler şahlandı. Bir anda devleşti atmaca karşısında. Araya girdi Baş Anka. Çarpıştılar atmaca kralıyla. İkisi de yerküreye süzülüyordu hızla. İkisi de ebediyete gidiyordu. İkisinin de sonsuzluğa birer bileti vardı artık. Oğlu gördü bu hüzünlü olayı. Babası, oğlunun hayatını kurtarmıştı. Karşılığında kendi hayatını vermişti doğaya. Oğul bunu asla unutmayacaktı. Hızla geçen zaman birkaç saniye için duru gibi oldu. Gözler hiçbir şey görmez, kulaklar hiçbir şey duymaz oldu.
Oğul, babanın gözünde yanan ateşi gördü bir an, o havada süzülürken. Geride kalanların kökünü kazımak istiyordu yeni kral. Ve öylede yaptı. Bir atmaca bile kalmadı Kara Orman’da. Karanlığın evi yok oldu. Kasvetli bulutlar bir daha hiç uğramadı Kara Orman’a. Güneş tüm gücüyle ısıtmaya başlamıştı bir zamanların kötülük yuvasını.
Ankalar artık rahattı. Huzur dolu ömürleri vardı her birinin.
Sonsuz arayış içinde, sonsuz saadete sahiplerdi. Efsaneler yaşamaya devam etti.
“Aynı yerde başlar ve aynı yerde son bulur her şey.”
~SON~
29 Ağustos 2010 Pazar
Angiméran - Bölüm I
Yeni bir sabah daha. Güneş pırıl pırıl doğmuştu Puslu Dağlar ardından. Gecenin kasveti gitmiş, yerine muhteşem ışık huzmeleri vuruyordu Angiméran’a. Anka diyarı bu saatlerde çok sessizdi. Etrafta sadece yeni uyanmaya başlayan kuyruklu karıncalar vardı. Bir de çıplak ağaçlar.
Gün ilerliyordu. Ankalar ağaç gövdelerinde hâlâ uyumaktaydılar. Ufukta bir hareketlilik vardı. Bir şey anka diyarına hızla yaklaşıyordu. Çok kısa sürede ormanın geldi. Bu da bir anka kuşuydu. Telaşından mühim bir haber getirdiği anlaşılıyordu.
Habercinin gelişini hissetmiş olmalılar ki anka kuşu diyarı ayaklanmaya başladı. Ankaların başı, yeni gelenin önündeki açık alana süzüldü. Birbirlerine keskin bir bakış attılar. Ansızın, haberci anka, yere yığıldı. Sırtı kan içindeydi. Yarası oldukça derin görünüyordu.
Tüm Ankalar tiz bir çığlık koyuverdiler sonra. Ardından güzel sabah yok oldu. Tekrar bir kasvet bulutu çöktü Angiméran’a. Sanki o güzel sabah Angiméran’a hiç uğramamış gibi. Ufukta bir hareketlilik daha gözlendi olayların akabinde. Bu hareket, daha büyüktü. Ufka yayılmıştı. Gittikçe yaklaştılar. Bunlar, karanlığın kuşları atmacalardı.
Çok güçlüydüler ve kendilerine güvenleri tamdı. Sayıları da anka kuşlarından bir hayli fazlaydı. Bir telaş aldı o an Angiméran’ı. Asil Ankalar, bir o yana bir bu yana uçuyorlardı gelen savaşın heyecanından.
Kral anka, en yüksek ağacın tepesine uçtu asaletinden ödün vermeyerek. Sayılarını, güçlerini tartıyordu gelen düşmanın. Alınabilecek önlemleri düşünüyordu lider zekasıyla. Ama nafile, bu vakitten sonra artık çok geçti. alınabilecek tek önlem yavru nesli koruyup kollamaktı.
Ufuktaki atmacalar, daha geniş bir alana yayıldılar. Bir çember oluşturuyorlardı. Böylece Angiméran, kıskacın ortasında kalacak ve kurtuluşu olmayacak, çökecekti ebediyen.
Savaş amansızdı. Savaş kötü, savaş acımasızdı. Her atmaca kendine bir ankayı hedef aldı ve saldırdı durmaksızın. Geçen zamanla birlikte Ankaların dayanacak gücü kalmadı. Kral anka sonuna kadar savaştı. Ancak sonunda o da öldü.
Sadece iki anka hayatta kalabilmişti. Onlarda henüz gençti. Biri dişi, biride kralın oğluydu. Sağ kalan oğlu. Atmacalar onları görmemişti. Sanki orman işbirliği yapmış, iki ankayı korumuştu ortak düşmana karşı. Düşman görememişti sağ kalanları fakat sağ kalanlar, her şeyi tüm netliğiyle hafızalarına kazımışlardı.
Atmacaların zafer çığlıklarıyla kaybetmiş ormandan gitmesinden sonra geride kalan iki anka dışarı çıktı. Göğe yükseldiler ardı ardına. Uzaklaştılar öz yurtlarından. Tüm tür aşağıda kalmıştı, kaybetmiş ormanda. Yavaşladı yeni kral. Döndü havada geriye. Ve baktı ufuklara Angiméran’da. Yine bir hareketlilik vardı sis kaplamış ufukta. Bu kez ziyaretçiler, akbabalardı. Döndü arkasını hüzünlenen anka. Tekrar başladılar uçmaya uzaklara. İçlerinde bir ateş vardı, ortak bir his, istek. Müthiş bir kararlılık.
24 Haziran 2010 Perşembe
Sonsuzluğun Esiri Kara Dünya
Gerçek yok olur dayanılmaz inanışlarda
Merhamet kalmaz insan doğasında
Güç çıkar ortaya acımasızca
Dünya balkırdı ilk zamanlarda
İlkellikle arınırdı kötü ruhlardan
Kaderin aynası oyun oynar Cennet'e
Görünür gölgeler puslu cam ardında
Kanar Cennet bu oyuna
Gelir hemen oltaya
Yıldızlar tempo tutar bu dramda
Hapsolur dünya alkışlar arasında
Şimdi yok olmaya mahkûmdur ebedi yuva
Gölgelerin arasında yıpranır zamanla
Karanlığın senfonisi basar çığlıkları
Sonsuzluğun esiri kara dünya
15 Haziran 2010 Salı
Mabet Evi
Uyanır mabet evi aydınlığın çöküşünde.
Saklı kalmış gerçekler çıkar ortaya,
Amansız düşleri besleyen fani gözlerde.
Umut yok olur yalanın aynasında
Söner havasız kalmış bir mum gibi.
Karanlık daim olur dolunayın soğuttuğu yüreklere,
Issız karanlıkta biriken çığlıklar gibi.
Demirkazık yok olmaya mahkumdur,
Yüreği acımasız zaferlerle solmuş bir insan gibi.
Gecenin güzelliklerini içine çeken efsunlu ay sayesinde,
Sonsuzluğun esiri bir kara delik gibi
Doğunca güneş tan vakti,
Mahkum olur dolunay gündüzün zifiri zindanlarında.
Vurunca umudun ışıkları toprağa,
Yok olur karanlığın köşkü mabet evi.
Gilderoy
14 Haziran 2010 Pazartesi
Ruhunun Hakimi...
Birincisi zihninde,ikincisi kalbinde.
Zihninle hükmettiğin zaman Dünya'na,
Kaderin yazarı olursun,yazıp çizersin seneler boyu.
Kalbinle hükmettiğin zaman Dünya'na,
Geleceğin aynası olur varlığın,yön verirsin bu kez kader oyununa.
Her ikisiyle hükmetmeye çalıştığında tüm iradenle
Kral olursun fani gözlerde
İşte o zaman olursun ancak,
Mutlak hakimi Dünya'nın,
O zaman olursun,
İyinin ve kötünün terazisi,
O zaman ulaşırsın,
Dünya'nın tüm erdemlerine,
Ve o zaman yazarsın aklına,
İlmin tüm vakıflarını...
Gilderoy
Son Seçim
Yerde yatıyorum…
Uzuvlarım çarpık duruyor.
Ne kadar süre bu durumda olduğumu bilmiyorum.
Bilincime yalnızca birkaç saniyedir sahibim.
Hiçbir eklemi oynatamıyorum.
Gözlerim kapalı,açılmıyor bir türlü
Bir süre ne olduğunu anlamaya çalışıyorum,iki büklüm.
Gözlerimi açmaya çabalıyorum.
Fakat açılmamakta ısrarcılar.
Çevrede olup bitenleri duyabiliyorum.
Rüzgarın sesini duyabiliyorum.
Aniden olan biten tüm netliğiyle seriliyor gözlerimin önüne.
Bakıyorum çevreye,yerde biri yatıyor.
‘Bu ben olmalıyım’ diyorum kendi kendime.
Gözlerim hâlâ kapalı yerde yatan öteki bende
Ruh gözümün açıldığına kanaat getiriyorum.
Yukarı,göklere bakıyorum bu kez.
Bir şey takılıyor hayali gözlerime.
Evimin pencere camı,kırılmış.
Camlar yerde,bin parça.
Anlıyorum neden yerde yattığımı.
Rüzgar uğuldamaya başlıyor sokakta.
Dar sokakta bir ruhum var birde yerde yatan cesedim.
Sokağın başında beyaz bir ışık parlıyor.
Diğer tarafında ise kırmızının tonlarıyla süslenmiş,oynaşan bir ışık.
Arada kalmış bir mahlûkatım.
Çalıyor benim için kıyamet senfonisi.
Bir yanda beni bekliyor cennet hurileri,
Öbür yanda beni kendine çekiyor cehennem geceleri.
Olmayan yüreğim beyaz ışığa gitmek istiyor,
Ruhumun görünmeyen ayakları ise kırmızıya adım atıyor.
Kısa biten ömrümün son seçimindeyim…
Bir yanda samimi yüzler,
Öbür yanda yapmacık gülüşler bekliyor ruhumu.
Cehenneme yol alıyorken,
Bir soğukluk kaplıyor zati soğuk ruhumu.
Yerde biçimsiz uzanmış adamı görüyorum.
İçim kan ağlıyor…
Adımlarımı kontrol edebiliyorum.
Dönüyorum hiç düşünmeden dar sokağın başına.
Koşuyorum,hiç aldırmadan arkaya.
Yüreğimin soyut sesine önem veriyorum şu dakikalarda.
Sadece koşuyorum beyaza doğru.
Mutluluğa erişmeme saniyeler kala,
Uçtuğumu hissediyorum ruhumla.
Ve yeryüzündeki son adımımı atıyorum beyaz sonsuzluğa.
İlk adımımı hatırlıyorum birden.
Babam ellerimden tutmuş,annem karşımda beni bekliyor.
İkisi de çok mutlu.
Babam bırakıyor minik ellerimi,
Kayıyor parmakları parmaklarımdan.
Ayaktayım artık kendi irademle.
Adeta koşuyorum annemin şefkatli kollarına,bırakıyorum kendimi…
Belki de geride bıraktığım cansız yapı çürüyecek,
Dar sokağın başında.
Veya bir hayvanın besini olacaktı yeryüzündeki tek mirasım.
Fakat mutluyum şu an
Annemin kucaklarına bırakıyorum kendimi…
Gilderoy